“Olmak ya da olmamak! İşte bütün mesele bu!” – W. Shakespeare / Hamlet.
Bir sahne oyunundan en akılda kalıcı, vurucu cümleler bunlar. Bir sanat eserini ölümsüzleştiren bir cümle değil yalnızca. Aynı zamanda izleyicinin, dinleyicinin, okuyucunun yani oluşturucusu tarafından hedef alınan, iletişim kurulmak istenen diğerlerinin düşüncelerine de ışık tutan, yansıtan ve hatta çoğu kez gözünü kamaştıran bir ayna bir köprü…
“Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.”
Bu satırlar da aynı eserden olmasına rağmen aynı etkiyi yaratmıyor hedefi üzerinde. Aynı basitlikte ve kalıcılıkta görünmüyor. Oysa yabana atılacak sözler mi? Hiç değil! Düşündürücü!
Bizler ya da sizler çoğu kez sanatçıya bir çalgıcı, bir oyuncu, bir yazar, bir çizer gözüyle bakıp anlatmak istediklerini görmezden geliyoruz. Sanata ve sanatçıya eğlendirici bir misyon yüklüyoruz. Ardındaki eğitselliği görmezden geliyoruz. Bu nedenle onun sanat ve sanatçının parmaklarımızın ucunda olması işimize geliyor. Bizim istediklerimizi söylemesini istiyoruz. Bizim düşünmediklerimizi düşünmesi işimize gelmiyor. Bu nedenle kısıtlıyoruz onları! Kuklaya hayat vereni kukla yapmaya çalışıyoruz. Onlar bu gibi nedenlerle Master Of Puppets gibi şarkılar yapsalar da dinlemiyoruz, dinletmiyoruz. Aynı nedenle kendi şarkıları yerine başkalarının şarkılarını söyletiyoruz. Alakasız şarkı sözlerine alakasız görüntülerle eşlik ettiriyoruz. Ticari kaygılarla onları bir tüccar yerine koyuyoruz. Yine aynı nedenlelerle sanat mekanlarını daraltıyoruz. Oysa bilmiyoruz ki daralttığımız kendi dünyamız.
Bu gün meydanlara dökülüyorsa sanatçılar sorun kendinize biz ne yaptık diye ya da tam tersine “ne yapmadık” diye.
Çelişmiyorsa yukarıda anlattıklarımla cevabınız vurun o zaman dizinize. Kandırmayın kendinizi de bizleri de.
Yok öyle değil ise, çelişiyorsa sözlerimle yine vurun dizlerinize, vurun ki kopuyor ipleri özgürlüğün hançeriyle…
Ah ben! Dilini eşek arısı sokası ben! Shakespeare anlatamamışken o basit cümleyle “olmak ve olmamak” arasındaki farkı,
benim nicedir haddime; duysunlar bu garip feryadı…
Kişi tılsımlı bir yolda yürür de bem beyaz bir geçide yaklaştığında ah’u vah ederse,
bilsinler ki yazık etmişlerdir ardında kalan renkli hayatı
Sanatı, sanatçıyı dünyadan ayıran perde,
Bizlerden farklı okumasıdır bu açık kitabı…
Ve onu sanatçı yapan şey ise,
Anlatımındaki ihtişamdır okuduklarını…
Yalan yoktur sözlerinde,
temizdir, nettir, kendinindir
ama bir o kadar da senindir…
Süslemek ayrı, süslemek ona ait olmayanı eklemektir üzerine; sırıtır, aitsizliği anlaşılır. Kabalıktır esere.
Oysa yürekten gelen bir görkem ile yani yüreğin rengiyle sunmak okuduklarını; başka!
Son söz:
Mavi denizlere yelken açmadan önce kelebeğin kanadındaki tozu solumak gerek. Vakti zamanında kırk pınarda güreşen pehlivanlar gibi omuzları geniş olmak gerek. Gerek ki hırçın dalgalarda boğulup kalmayalım. Bu ülkede okumak zor, yazmak zor, ticaret zor yaşamak zor. Sanatçı olmak belki de en zoru. Çünkü uçta olup arada görünmeyi gerektiriyor. Ne sağda ne solda, ne yukarıda ne aşağıda, ne ileride ne geride. Ortada, kaybolmuş denizde…
“Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.”
Bakınız: Hamlet
Gökten üç elma düşmüş…
Bu yazı da ilginizi çekebilir: Engin Alkan ile Şehir Tiyatroları’ndaki Yönetmelik Değişikliği Hakkında