“Açık bir kapı, sizi bir tarafa içeri alırken, diğer tarafa dışarıda bırakır…” İ.K. 10.7.13 12:24 gelintisi…
Düşler görülmek ister...
“Açık bir kapı, sizi bir tarafa içeri alırken, diğer tarafa dışarıda bırakır…” İ.K. 10.7.13 12:24 gelintisi…
Uzun zaman olmuştu elime bir kitap alıp okumayalı. Okumayı severim ama kolay kolay konsantre olamıyorum. Bu nedenle de çabucak sıkılıveriyorum. Pek çok kitap başladıktan kısa süre sonra tekrar devam edilmek amacıyla yarım kalmış başlangıçlar taşır. Bir kitabı okumaya devam edebilmem için kitabın beni içine çekmesi, tabir yerindeyse sarıp hapsetmesi gerekir. Dedim ya; aksi halde dağılır giderim. Ama şimdi size kapağından bir bölümü sunacağım bu kitap bunu yapabildi. Evet, beni çekti ve sanki “oku beni” , “yapraklarımı çevir” , “kelimelerimde dolaş” nidalarıyla adeta “cesaretin varsa” diye meydan okuyarak sokuldu ve tutup beni derinlere çekti… Geç buluştum belki onunla ama belki de “tam zamanıydı”. Ve henüz tanışmayan var ise aranızda, tanıştırayım; Zülfü Livaneli ve Serenadı…
Mucize, bilimsel yasalarla açıklanamayan ve ilahî güçlere mal edilen, inananları tarafından hoş karşılanan, sıra dışı olay olarak tanımlanıyor özgür ansiklopedi Vikipedi üzerinde. Gözlerimizin önünde meydana gelen pek çok olayı günümüz bilim koşulları içinde açıklanabiliyor. Ama hepimizin bildiği o görmezden geldiğimiz, o doğa olayı olarak adlandırılan mucizelere ne demeli?…
Bu gün Hürriyet gazetesi web sayfasında okuduğum bir haber uzun zamandır içimde tuttuğum, yakındığım bir duruma dair düşüncelerimi anımsattı bana ve böylece döküldü dudaklarımdan dökülemeyen kelimeler satırlarıma. Habere göre Adana’da Cuma namazı saat 12:00 ye sabitlenmiş. Bu konuda yorumu bırakalım işin erbabları yapsın ancak bu haberin aklıma getirdiği bir konuya değineceğim ben. Bu gün başka bir sitede de paylaştığım düşüncelerimi biraz daha açarak buradan da paylaşacağım.
Yazmak istiyorum. İçimdekileri beyaz bir kağıdın üzerine boşaltmak. Bir şeyleri düzeltme adına değil; buna ümidim kalmadı zaten artık. Sadece rahatlamak adına. Rahatlayıp hafiflemek. Çünkü zaten ne değişiyor ki! Hayat halen siyah-beyaz. Çünkü gözlerimiz halen kapalı ve arada gördüklerimiz ışığın aldatıcı ilizyonundan ibaret…
Masmavi bir gökyüzü. Altında turkuaz rengi sular ve içerisinde çeşit çeşit, rangarenk balıklar. Suların bittiği karanın başladığı yerde yemyeşil ağaçlarla süslenmiş, meyve ağaçlarıyla tatlandırılmış, rengarenk ve çeşit çeşit kokularla süslenmiş çiçekler, ipek kıvamında kumlarıyla bir kumsal. Bir nehir sularını bu kumsalla birleştirerek turkuaz mavisi denize boşaltıyor. Gürül gürül şelalelerde balıklar yarışıyor. Kuş seslerini duyabiliyor musunuz? Henüz adını bilmediğimiz kuşlar…
Dün akşam üzeri ve bu sabah İstanbul’da uzun zamandır geçmediğim yollardan tekrar geçtim. Bıraktığımda bir kaç çivisi çıkmış olan şehrin aynı yerlerinde halen çiviler yerlerinde değil. Hırsızlığın sıkça yaşandığı eski mahallem mi dersiniz (daha dün gece yine bir hırsızlık olayı olmuş arka sokağımızda), yolda para isteyen tinerciler mi dersiniz, yolunuzu kesen tehditkar dilenciler mi dersiniz; ne ararsanız var yine o yollarda…
Bu günlerde inandırıcılık kavramına fena kafayı taktım. Nedense “hayal” , “saçma” gibi kelimeler üzerine gitmek istiyorum bu günlerde. Bu kelimelerden yola çıkarak kendi dünyalarımıza dokunmak istiyorum bir şekilde. Neden mi? Belki sadece kendimi tatmin için. Size zararı var mı?…
Bu yazıyı okumak için yeterli vaktin yoksa veya okuma tembeliysen en son satırı oku!
25 Eylül 2009’da dünya sinemalarıyla aynı anda ülkemizde gösterime giren bir film surrogates. Son derece çarpıcı konusuyla izleyicisini adeta psikolojik bir girdaba sokmayı başarmıştı. En azından beni! İzlediniz mi bilmiyorum ancak izlemediyseniz tavsiye ederim. Konusunu burada okuyabilirsiniz.
Bilimkurgu tarzı filmleri gerçeğe aykırı bulanlardan mısınız? Eğer öyleyseniz söyler misiniz gerçek nedir? Etrafta dokunduğunuz, gördüğünüz, konuştuğunuz insanlar, duvarlar, ağaçlar mı gerçek?
Yoksa aklınızda ürettiğiniz hayalinizden ortaya çıkan yansımalar mı?