Aklıma gelen bir söz…

"Bilgi peşinde koşmak okyanusta kulaç atmaya benzer.
Önce tutunacak sağlam bir yer bulmalısın…"
 
Bu sözü uzun süre önce söylemiştim kendi kendime. Gerçekten bilgi denilen cevheri ararken insan çoğu kez kendini bir okyanusta boğuluyormuş gibi hissedebilir diye düşünmüştüm. Ve halen böyle düşünüyorum. Bize gösterilenin ne kadar gerçek olduğunu bu yüzden soruyorum kendime çoğu kez. Ve çoğu kez gerçeğin sadece inanmak istediğim şey olduğunu görüyorum. Ama bu gördüğümün de görmediğim gerçeği değiştirmediğini bilmek ayaklarımı yerden kesiyor. Sonuçta ise bana seçimlerimle geleni kabullenmek düşüyor…

Saçmalıyorum izninizle…

Bu saçmalamayı Yahoo! bloguma yazmıştım. Neden buraya da yazmıyım diye düşündüm ve Copy  Paste ile buraya taşıdım. Buyurunuz saçmalıklarım…
 

"Nobel Edebiyat Ödülü sahibi yazar Orhan Pamuk, Türkiye’nin değişmesini ve AB’ye girmesini istediğini söyledi. Pamuk "Türkiye’nin gerçekten AB’nin bir parçası olmayı hak edip etmediğini gelecek yıllarda göreceğiz. Bir ülkeyi, reformlar ve yasalar değil, kültürler ve insanlar AB’nin bir parçası haline getirir" dedi. "

Yukarıdaki paragraf Hürriyet gazetesinin http://www.hurriyet.com.tr/kultursanat/5267842.asp?m=1 adresinden alındı. İlgimi çeken, değinmek istediğim bölümü italik olarak işaretledim. Ama tamamı büyük önem taşıyor.

Birincisi Türkiye’nin gerçekten AB’nin bir parçası olmayı hak edip etmemesi konusu. Bununla ilgili "Acaba AB gibi bir topluluk Türkiye gibi Medeniyetler beşiği bir ülkeyi üye olarak kabul etmeye layık mı?" sorusu doğdu içimde.

İkinci konu "Bir ülkeyi reformlar ve yasalar değil, kültürler ve insanlar AB’nin bir parçası haline getirir" cümlesinde yatıyor. Benim bu cümleden çıkardığım soru ise şu. AB’nin parçası olmayan bir ülke medeni bir ülke sayılmaz mı? AB medeniyetin belirginleştirici topluluğu mudur yoksa kendine medeni diyen ülkelerden veya medeni görülen ülkelerden oluşan bir ülkeler topluluğu mudur? AB üyesi olmak için nasıl bir medeniyet gerekir? Örneğin barışçıl mı olunmalı ve buna örnek olarak yine bu üye ülkelerin gösterdiği  sanatsal bir yaklaşımla(!) ya da sanat anlayışlarıyla(!) farklı dinlere küfür boyutunda saygısızlık mı edilmeli! Bu sorular aklıma neden mi geldi? Bu sorular aklıma geldi çünkü bizim AB’ye alınmama nedenimiz  medeniyetsizlik değil diye düşünüyorum. Ama buna rağmen alınmamamızla medeniyetsiz bir toplum olarak gösterilmek isteniyoruz sanki, hatta sanki dinimiz de bir "öcü" olarak gösteriliyor sanki. Ben hiç anlamam bu din mevzularından. Hatta çoğu insan bana inançsız bile diyebilir. Ama vardır inancım ve bu inanç ile bu ülkede doğduğum için mutlu ve gururluyum. Hayır efendim Medeniyetsiz bir toplum değiliz. Bu ülkede saç ile ilgili savaş verdiğimiz halde, baş örtüsü ile ilgili savaş olduğu halde, hatta pek çok konuda savaş olduğu halde – kendimizle dahi savaş olduğu halde – medeniyetsiz değiliz. Tüm bunlar her yerde oluyor zaten ve bunlar olurken gelişen ve büyüyen bir medeniyet seviyemiz var ve bu savaşlar da iyi ki oluyor. Ama çoğu da Avrupa denen medeniyetin bozulmasının bir etkisi.  Bence AB’nin medeniyet anlayışı bize karşı "geri" kalıyor ve bizim medeniyet düzeyimizi algılayamıyorlar.  Bkz. örnek olarak Fransa’nın özgürlük anlayışı! Üzerime vazife olmayan ve anlamadığğım konularda görüş belirttim galiba yine. Bir de anlasam kim bilir neler söyleyeceğim. E tabi bu anlamama(!) durumunda tüm bu yazdıklarım yanlış da olabilir, her lşey bir yanlış anlamadır belki. Hatta yıllar önce yine bir denememde yazdığım gibi "yanlış anlama nedeniyle gelmişizdir bu dünyaya". Kim bilir? Hadi hayırlısı. Belki o denememi de yazarm burada…

Şans!

Ne şans ama! Bu gün yeni bir şarkımı kayıt için stüdyoya gitmek amacıyla evden çıktım. Şarkıyı piano ile yapmıştım yıllar önce. Ama herhangi bir yere kayıt etmediğim için ne sözleri kalmıştı elimde ne de müziğin nakarat haricindeki bölümü. Sadece nakarat bölümünün piyano kısmı kalmıştı aklımda ve ben bu şarkıyı Temmuz ayı içerisinde yeniden ele aldım. Yeniden söz yazdım ve oturup düzenledim. Hoş olduğuna inanıyorum. Şarkıyı bir an önce kayıt etmek istiyordum. Stüdyoyu aradım giderken "-Geliyorum sorun yok değil mi?" diye sormak için. İçime doğmuş sanki. Stüdyodaki bilgisayar arızalanmış! Bir kaç güne kadar halledilebilecekmiş. Eh kısmet ne yapalım! Biraz bekleyeceğiz bu şarkıyı kaydetmek için. Ama inşallah daha önce yapılmış işler boşa gitmez. Adamın tüm işleri bilgisayarındaydı ve emek isteyen işlerdi…

Akıldan geçenler…

Bu günlerde çevremizde, güzel ülkemize, insanlarımıza, inançlarımıza karşı gördüğümüz oyunlara  İstiklal marşımız ne güzel cevap olur öyle değil mi? Bu gün böyle yazmak geldi içimden bloguma, bi yerden girip başka yerden çıkarsam affedin. Ama aklıma ne gelirse yazacağım rahatlamak adına. Okumak zorunda değilsiniz. Hatta okuyacaklarınız hoşunuza gitmeyebilir…

Geçenlerde bi arkadaşım bıraktığım bıyığım nedeniyle ülkücülere benzediğimi söyledi. Eğer çenem ile alt dudağımın arasındaki sakalım da olmasaymış tam öyle görünürmüşüm. Ama hatırlıyorum da yıllar önce satanistlere benzetenler de olmuştu. Hatta küçük bir çocuk uzun saçlarıma bakıp annesine beni göstererek "-Anne bak satanist bu di mi?" diye sormuştu yolda yürürken. Halbuki çocuk ne bilir nedir ne değildir? Çocuk bilir elbette, ama duyduğunu, gördüğünü bilir. Şimdi bunu hatırladım nedense. Garip ama etrafımızdaki insanları ille de bir sınıfa, bir kefeye koyma çabası içerisindeyiz sanki. O kadar kolay ki insanları bir sınıfa sokmak. Mesela ben gördüğüm her kravatlıyı "adam" yerine koyuyorum nedense. Hata işte ama zamanla öğreniyoruz bazı şeyleri. Mesela Fransa’yı da özgürlükçü diye tanımıştık. Ne büyük hataymış! Bu konuyla ilgili şunu merak ediyorum Fransa hata yaptığını düşünecek mi? Hata yaptığını söyleyebilir ama bunu söylemesi bunu düşüneceği anlamına gelmez. Neyse bu konu elbette beni aşıyor. Ama vatanını milletini seven birisi olarak bu konudaki tepkimi bi şekilde dile getirmek istedim. Kardeşçe yaşayan insanların arasına sokmak istedikleri kötü düşüncelere yöneltemeyecekler bizi. Ama anlamaları gereken bir şey var ki o da ülkemizi bölmek, almak ya da her ne ise niyetleri, gerektiğinde böyle insanların önlerine etten taş gibi bir duvar çekebilecek güçte olduğumuz. Bu durum oldukça karmaşık gibi görünmesine rağmen pek de karmaşık değil aslında. Büyük biri tahtının sarsılmasından korkup başka dinlere, özellikle de tahtını sarsan dinlere ve o dinlerin yol göstericilerine çamur atar. Buna ona inanlar eşlik eder gibi düşünebiliriz durumu. Düşünün Büyük biri olsaydınız "biz hepimiz kardeşiz, tek yol göstericimiz bu kitap ve bu insandır" diyen bir dine karşı savaş açmaz mıydınız? Özellikle de "Gerçeğe inananlar bizi tanır" diyerek duvarları yıkan bir dine! "Sizin dininiz büyük bir dindir, … ‘da o dinin peygamberidir." demekle kalmayıp "… bizim de peygamberimizdir. Ama bu din zamanla bozulduğundan yerine gelen peygamber ise şu an tabi olmamız gereken son peygamber … ‘dir" diyen bir dine! Evet gerçekten de zamanla her şey bozuluyor! Bu bozulma her zaman "aynı kalmama" ile eşit kimi zaman "kötüye gitme" kimi zaman ise "iyiye gitme" şeklinde olabiliyor. Ama sonuçta "değişiyor!" Bu inanmakta olduğumuz dinin de zamanla bozulmayacağı anlamına gelmiyor! Görmüyor muyuz her gün hurafelere inanan insanları, duymuyor muyuz karanlıktaki seslerini? O insanlar değil midir kendi çıkarları için "şöyle diyor" diyen ve bizi neye inanacağımızı bilemeyecek hale getirmeye çalışan! Töre, kan davası demiyor muyuz cana kasteden kendi ölümlü kanunlarımıza! Ha elbette Töreler "kesin yanlıştır" demek yanlış olduğu kadar "kesin doğru ve sorgulanamaz" demek de yanlış. Anlatmak istediğim sadece zamanla kendimiz de kanun koyuyor veya bizden önceki insanların o zaman şartları içerisinde koydukları kanunlara kayıtsız şartsız uyuyoruz. Çocukken "gece tırnak kesmek günahtır" bile dediklerini hatırlıyorum. Bu o zamanın "karanlığında", geceleri az ışık altında kesilen tırnak parçalarının etrafa dağılabileceği vs. gibi nedenlerden dolayı doğru olabilir ama bu gün "gece tırnak kesmenin günah olacağına ilişkin inanca" dair bu durum farklı artık ve bunu hepimiz biliyoruz. Ama buna rağmen yakın zamana kadar sokakta uzun saçlı erkek görse ayıplardı insanlar. Hepsi değil, yanlışa inanan bir kesim sadece ve onlardan kime sorsanız "çevre iyi karşılamaz" derlerdi.

"Onlar böyle kılıyorlar namazı" ya da "… böyle tutuyorlar orucu" demiyor muyuz peki? Ya da "adetleri böyle, böyle karşılıyorlar misafiri" demiyor muyuz? Diyoruz elbette ve diyeceğiz çünkü biz inançlara saygı gösteren bir toplumuz ve dini inancımız bu saygıyı göstermemizi öngörüyor. Bunun yanında gördüğünüz gerçeği "anlatın" diyor. "Okuyun" ve öğrenin diyor. Dini inanç dışında "insanlık inancı" da aynı şeyi söylüyor. Toprak ana paylaşıyor, nehirler paylaşıyor, ağaçlar paylaşıyor ve bunu görüp duyan, bilen "insan" paylaşmayacak öyle mi? Şimdi birileri kalkıp "böyle inançları olan bir toplum soykırım yapmış olamaz" dese birileri onu suçlu sayacak hem de! Görünen o ki Fransa’nın konu ile ilişkin tavrını sergileyen ve savunan zihniyette insanlar ve düşünceler olduğu sürece karanlıkta kalmaya mahkumuz. Bu aynı "özgürlük suçu" saçlarını kapatmak veya açmak isteyen insanlara karşı "ille de kapatacaksın yoksa burada okuyamazsın!" diyen insanlar için de geçerli bence ya da tam tersi "ille de açacaksın saçlarını!" diyenler için.

Evet arkadaşlar ben sinir oluyorum insanların düşüncelerini, inançlarını özgür bırakmayan insanlara ve düşünce tarzlarına! Kimseyi bir kefeye koymaya çalışmadan insanları oldukları gibi kabul ederek ve onlara saygı göstererek yaşayıp gitmemiz gerekiyor bence. Gördüklerimizi söylemedikten sonra neye yarar yaşamak! Yukarıda yazdığım ya da yazmaya çalıştığım düşüncelerim yanlış olabilir, umarım bunları yazdığım için gerçeği öğrenene kadar beni mazur görürsünüz. Ama yazdım ve rahatladım. Ha bir de "Heavy metal" dinleyenlere metalci, satanist demiyelim. Aslında hepsi bunun içindi. Oh be :))))))

Ve biz istesek de istemesek de bir gün Hak yerini bulur…

İstiklal Marşı

   
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal,
Hakkıdır, Hak’ka tapan, milletimin istiklal!

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım;
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar.
‘Medeniyyet! ‘ dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın!
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana vaadettiği günler Hak’kın;
Kimbilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı!
Düşün, altında binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı;
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden, ilahi şudur ancak emeli;
Değmesin mabedimin göğsüne na-mahrem eli!
Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli

O zaman vecd ile bin secde eder varsa taşım;
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerret gibi yerden naşım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal!
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal.
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hak’ka tapan milletimin istiklal!

.

Mehmet Akif Ersoy

Araf

Bu gün internette dolaşırken bir Black Sabbath videosu buldum. Bu video Belack Sabbath’ın çok sevdiğim şarkılarından birine aitti. Hemen siteme koydum videoyu. Bunun dışında bir yerli malı olan Araf adlı korku filmimiz ile ilgili biraz bllgi edinmek için Araf kelimesini arattım arama motorunda. Firlm hakkında bilgi almadan önce kendimi oldukça farklı bir pencereden dışarıya bakarken buldum. Aslında belki de farklı bir pencereden içeriye bakıyordum da haberim yokdu. Arama motorunda gelen sayfaya tıklamış ve yazılanları okur bulmuştum kendimi.
 
 
Hiç sıkılmadan okudum yazılanları. Kaçta başladım hatırlamıyorum ama şu an saat 03:38 ve ben Araf suresinin tamamını okudum galiba. Özellikle 189’un mealini çok dikkat çekici buldum. Hani sürekli kadın ve erkeği tartışıyoruz ya o açıdan ilgimi çekti belki de. Herhalde biraz sonra annem uyanır ve odama gelerek "-Yine mi uyumadın?" edasıyla bir bakış fırlatır bana. Ama güzeldir annelerin bu bakışları arada üzücü olsa da.
 
Hah! İşte Ramazan davulcularını duyar gibiyim. Uzaktan yavaşça yaklaşıyor davullar…

The Dharma Bums (Zen Kaciklari)

kitabın orjinal adı ”the dharma bums” yani dharma serserileri.dharma ise gerçek demektir.fakat türkçeye zen kaciklari diye çevrilmiştir.beat kusagi‘nın yaratıcısı ve en önemli temsilcisi olan jack kerouac ve arkadaşlarının gerçek maceraları anlatılır kitapta.yolda‘da olduğu gibi zen kaçıklarında da isimler değişiktir.yolda’nın aksine burda ki esas oğlan gary snyder yani kitaptaki adıyla japhy ryder’dır.jack kerouac’da karşımıza ray smith olarak çıkıyor.yolda’nın esin kaynağı ve esas oğlanı neal cassady (kitaptaki adı cody pomeray) ise burda daha geri plandadır ki bu rol jack kerouacla yaşanmışlıklarıyla hep doğru orantıda devam edecektir bütün beat kuşağı kitaplarında.
 
Aşağıdaki Bölüm http://www.elyadal.org/pivolka/15/beat.htm adresinden alıntıdır. O kadar hoş yazmışlar ki dayanamayıp hayatımda önemli yeri olan bu kitaba dair anlatılanları olduğu gibi aldım.
Jack Kerouac’ın da içerisinde bulunduğu beat hareketini ateşleyen olay 1955’te San Francisco’da düzenlenen ve kuşağın öncülerinin şiirlerini okuduğu “Galeri Altı’da Altı Şair” (Six Poets In Six Gallery) adlı organizasyondur. Bu geceye Allen Ginsberg, dönemin en önemli yapıtlarından biri sayılan “Uluma” (The Howl) isimli şiiriyle katılmıştır:
 

Ne biçim çimentodan ve alüminyumdan bir sfenkstir ki o,
kafataslarını delmiş, beyinlerini ve düş güçlerini kemirmiştir?
Molok! Yalnızlık! Çirkeflik! Çirkinlik! Çöp tenekeleri ve kazanılmayan dolarlar!
Merdiven altında çığlık atan çocuklar! Ordularda hıçkıran çocuklar!
Parklarda ağlayan yaşlılar!
Molok! Molok! Molok! Karabasan! Molok! Aşksız Molok! Düşsel Molok!
İnsanların insafsız yargıcı Molok!
Anlaşılmayan mapus Molok! Acılar topluluğu ve ruhsuz zindanın kuru kafatası Molok!
Yapıları birer yargı olan Molok! Geniş savaşın alabildiğine uzanan
kayalığı Molok! Taş kesilmiş hükümetler Molok!
Kafası saf bir makine olan Molok! Damarlarında kan değil para akan Molok!
Parmakları on ordu olan Molok! Göğsü insan yiyen bir dinamo olan Molok!
Kulağı tüten bir mezar olan Molok!
Gözleri binlerce kör pencere olan Molok! Sokaklarında sonsuz Yehovalar gibi
gökdelenler yükselen Molok! Fabrikaları sis içinde düş gören ve
can çekişen Molok! Bacaları ve antenleri kentleri taçlandıran Molok!
Sevisi sonsuz petrol ve taş olan Molok! Ruhu elektrik ve bankalar olan Molok!
Yoksulluğun dehanın hayaleti sayıldığı Molok! Alınyazısı cinsiyetsiz bir
hidrojen bulutu olan Molok! Adı akıl olan Molok!
Üstünde tek başıma oturduğum Molok! Melekleri düşündüğüm Molok!
Deli Molok! Azgın Molok! Aşksız ve erkeksiz Molok! İçime küçükken
işleyen Molok! İçinde gövdesiz bir bilinç olduğum Molok!
Benim doğal kendimden geçişimden kendimi korkutan Molok!
Uyandığım Molok! Gökyüzünün akan ışığı!
 

O gece orada bulunan Michael Mc Clure, “Uluma”nın okunmasıyla ilgili olarak şunları söylemiştir: “Bir bariyer yıkıldı. Bir insan sesi ve bedeni; Amerika’nın sert duvarına, onun ordularına, akademilerine, kurumlarına, düzeninin sahiplerine ve güç destekli temellerine karşı gürledi.”
Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere, şiir herkesin üstünde büyük bir etki yapmıştı ve dinleyiciler arasında bulunan Lawrence Ferlinghetti, Ginsberg’e şiirini yayımlamayı önerdi. Hummalı çalışmalar sonucunda ortaya çıkan kitap tüm dikkatleri üstüne çekip, on binlerce sattı. Ve beat kuşağı nihayet edebiyat sahnesindeki yerini almış oldu.

Tüm bunları başka kitaplar, başka şiirler izledi. Beat hareketi artık geniş kitlelere ulaşmıştı. Ancak sapkın çocuklarımız alışkın oldukları yaşamdan kopmadan, felsefelerinden ödün vermeden hayatlarına devam ediyorlar; hala otostopla ülkeyi dolaşıyor, dağlara tırmanıyor ve dibine vuruyorlardı… Doğu felsefeleriyle, özellikle zen ve budizmle gerçeğe ulaşma çabalarını sürdürüyorlardı. Bunların izleri, Kerouac’ın “Zen Kaçıkları” (The Dharma Bums) adlı romanında da belirgin olarak görülmektedir:


İçimde bir tedirginlik, sınırı geçiyorum ve El Paso’dan geçip tren istasyonundan sırt çantamı alıyorum; içim rahatlayıveriyor. Gene o üç mili tepip kumluğa varıyorum; ay ışığında kolay oluyor yolumu bulmam ve tırmanıyorum çizmelerimle rap rap diye giderek… Japhy’den dünyanın ve kentlerin mihnetlerini bir yana fırlatıp kendi gerçek ve saf ruhumu bulmayı öğrenmiş olduğumun farkına varıveriyorum. Tek gereksinimim işte bu sırt çantam. (…) Oturup meditasyon yaptım, dualar ettim. Bir kış çölünün gecesinde uyunan uyku gibisi var mı!.. Tabi güzel bir uyku tulumunuz olacak ve başınızı çekeceksiniz içeriye, ıpılık. Öyle sessiz ortalık, insan kendi damarlarındaki kanın kulaklarında zonk zonk çağıldamasını işitebiliyor, ama ondan daha gizemli bir çağıldama daha var işitilen, ki hep bilgelik elmasının kendi gizemiyle gürlemesidir; doğduğun günden başlayıp içine daldığın dünya mihnetlerinin sana
unutturmuş gibi olduğu bir şeyi anımsatırcasına süregiden ulu bir şşş. Sevdiğim kimselere, anneme, Japhy’e anlatabilmeyi çok isterdim bunu; ama bu hiçliği ve ondaki saflığı anlatabilecek sözcük bulamam… Sarkık kaşlı, ak saçlı Dipankara’ya sorulmuştur çokça ‘Tüm canlı varlıklara öğretilmesi gereken kesin bir öğreti var mıdır?’ diye de, onun verdiği yanıt elmasın gürleyen sessizliği olmuştur hep.

Onların felsefeleri tabii ki sadece kendini var etmek adına değil, toplumu da içine almış bir felsefeydi. Bunun doğal sonucu olarak da; kadın erkek ayrımcılığından ırkçılığa, toplumsal eşitsizlikten sınıf ayrımcılığına, eşcinsel ve zencilerin dışlanmasından kadınların cinsel özgürlüğüne kadar pek çok konuda bir karşı duruş oluşturmuşlardı. Topluma sundukları öneri ve kendi yaptıkları ise; dünyayı kasıp kavuran yoğun tüketimi reddetmek, daha fazla sanat ve meditasyondu.

Bu felsefe ve hareket elbette sadece edebiyatla sınırlı kalmadı. Sanatın başka alanlarına da bulaşıcı bir hastalık edasıyla yayıldı. Film yapımcıları, yönetmenler, ressamlar, müzisyenler, yayımcılar, yayınevlerinde çalışanlar ve medyanın diğer kolları da bu akımla dalgalandı. Bütün bu kollar birleşerek Amerika’nın uzun yıllardır içinde barındırdığı bohem geleneğini tazelediler ve Allen Ginsberg’in söylediğini yapmaya koyuldular:“Yapacak büyük bir işimiz vardı ve bunu yapıyoruz. Amerika’nın ruhunu kurtarmaya ve iyileştirmeye çalışıyoruz.”

Eve Donus

Ve işte yeniden eve döndüm!
Tekrar bilgisayarımın başındayım. Benim için oldukça verimli geçti bu tatil. Sessiz, dinlendiriciydi. O kadar alışmışım ki sakinliğe döndüğümde başım ağrımaya başladı şehrin gürültüsünden. Neyse ki arada yüksek sesli müzik dinleyerek bi parça alıştırmışım kendimi bu ortama. Yoksa çatlardı sanırım başım…
Üç yeni şarkıyla döndüm. Üçü için de umutluyum. Güzel oldular bence. Vatana millete hayırlı olsun….

Konser , Temmuz 25

Tatil bitti. Bu gün işe tekrar başlamamın 2. günü. Büyük ihtimalle Ağustosun ilk haftası da tatilde olucam. Ama bakalım neler olacak.
Bu gün teyzemin çocuklarının Sarıyer’de konserleri varmış. Israrla "Gel" dediler. Bir teyzem Sarıyer’de, biri bizim binanın yan bloğunda diğeri de -en küçük olanı – (hoppalaaa yine unuttum o semtin adını. Neydi hani şu salatalıklarıyla ünlüydü, hani
bilmemne hıyarı derler ya! Hah! Hatırladım Çengelköy hıyarı . İşte küçük teyzem de Çengelköy’de
oturuyor. Konseri olacak kuzenler Sarıyer’deki teyzemin çocukları. Bunlar üç kardeşler. En küçükleri -ikiz bunlar- 🙂 aynı grupta. Biri gitar çalıyor, diğeri söylüyor.  Konser Sarıyer’de olacakmış ve halk konseriymiş. Bizimkiler 12 şarkı çalacaklarmış.
Bazen ailem "mahvettin çocukları, senin peşinden geliyorlar" diye takılır bana. En başta da saç meselesi yüzünden. Saçlarını ben uzattığım için uzatmışlar. 🙂 Neyse… bakalım konser nasıl geçecek. Yürüyün be aslanlar kim tutar sizi. :))

Şeffaf

Patlayası olan bir kalp taşıyorum sanki,
Nereye kadar taşıyabilecek bu acıyı bilmiyorum
"Yarın olur da gün döner mi" diye
Sanki balıkçı teknesindeki balık misali çırpınıyorum.
 
Okuyor musun bu satırları?
Bir anlamı var mı senin için?
Kapattığın pencerenin önüne gel
Aşağıda cesedimi bulacaksın…
 
Asansör boşluğunda boşlukta asılı kalmış
Dikişleri atmak üzere bu eski giysilerin
Ütüsü bozulmuş asfalt bir yol gibi
Herkes gibi ol bir yabancı gibi dünden…
 
Başka yerde bulamazsın bu sözleri
Dans başladı, soytarı kralın emrinde
Kızdan sonra mı gelirdi vale, her neyse
Odamın duvarlarında yankılanan adın kaldı…
 
Ben tüm çıplaklığımla karşında duruyorken
Olmam gerekenden daha çıplak olmuşum meğer
O kadar olmuşum ki olmamışım aslında
Cam gibi, su gibi, şeffaf, görünmeyen, hava gibi…
 
İsmail KAYA

Çığlık!

Yavas ve sessizce ölüyorum sanki
Etrafımdaki duvarlar yetmiyormuş gibi bir de içimdeki duvarlar çevreliyor bedenimi…
Çığlık atıyorum ama duyan yok sesimi
Günden güne derin bir yalnızlığın içine çekiyorum kendimi.
Bu büyük bir savaş,
Kişinin kendisiyle girdiği savaştan daha büyüğü ne olabilir ki!
İçinde bir düşman, nereye gitsen seninle
Kaçmayı dene, başarabilir misin sanki!
Sevgilinin yalnız bırakması ne acı!
Ya da yalnız bıraktığını sanmak, anlamaya çalıştığın şu dünya içerisinde
Ses ve ışık bombaları dövüyorken duvarları
Kolay mı kendi şarkını söylebilmek yabancı bir şehirde.
Alt etmekten başka ne seçeneğin var?
Anlaşılmayı bekleme çünkü bu olmayacak
Hiç kimse senin pencerenden bakmıyor dünyaya
… ve şairin dediği gibi günün birinde elbisen kalacak!
Ismail KAYA 23 Mart 2006 Perşembe…
ciglik